20 Eylül 2012 Perşembe

EuroPKI 2012

Geçen hafta EuroPKI'a dinleyici olarak katılmak üzere İtalya'nın Pisa şehrindeydik. Aslında 2006'da Torino'da gerçekleşen ve benim yine dinleyici olarak gönderildiğim çalıştaya bu kez Dindar katılacak, ben de onunla birlikte gidip Florensa-Pisa gezecektim. Fakat katılımcının sağlık problemi sebebiyle refakatçiye ihtiyacı olduğundan ben de çalıştay süresince (2 gün) tüm sunumları dinledim, kalan zamanlarda da sağlığımız elverdiğince Pisa'yı keşfetmeye çalıştık.




Seyahatimiz, sabah 06:30'da Atatürk Havalimanı'ndan bindiğimiz Alitalia'nın Roma uçağında başladı. Aktarmalı uçuşlardaki karışan bavul maceralarını duyduğumuz ve kalacağımız 3 gün için fazla eşyaya da ihtiyaç duymadığımız için sırt çantalarımızla uçaktaki yerimizi aldık. 2.5-3 saat süren yolculuktan sonra Roma Havalimanı'ndaydık. Pasaport kontrolü ve tekrar güvenlik kontrolünden sonra bizi Pisa'ya götürecek aktarma uçağımızla Pisa'nın minik havalimanına öğle saatlerinde ulaştık. Taksiyle otelimize gidip bavulları bıraktıktan sonra çalıştayın gerçekleşeceği mekanı keşfetmek üzere yola çıktık. Dışarıda ahmak ıslatan cinsi bir yağmura yakalandık derken bir markete sığınıp birkaç dakika süren yağmurdan kaçabildik. Otelimize çok uzak olmayan çalıştay mekanına gidip kayıt işlemimizi bitirdik ve aldığımız harita elimizde Pisa'yı keşfe başladık. Meşhur Pisa Kulesi'nin de bulunduğu Mucizeler Meydanı (Campo dei Miracoli) olarak adlandırılan mekana gittik. Hava açıp kapadığı için çok iyi fotoğraflar çekme imkanı bulamasam da birkaç fotoğraf çekip etrafta dolaştık.

Mucizeler Meydanı
Dönüşte de Pisa'nın diğer bir meşhur meydanından olan Şövalyeler Meydanı (Piazza dei Cavalieri)'ndan geçtik ama bu meydanda büyük bir tadilat olduğu için oldukça sakindi.

Piazza dei Cavalieri
Sonraki 2 günümüzü çalıştaydaki sunumları dinleyerek geçirdik. Neyse ki benim de eski çalışma alanım olması sebebiyle konulara çok yabancı olmayışım, çok sıkılmama engel oldu. Halbuki benim Floransa hayallerim vardı:(( Floransa, Pisa'ya trenle 50-60 dakikada ulaşılan ve görülesi yerlere sahip bir şehir. Ben de 1 gün Pisa'da dolaşır, 1 gün için de oraya gider gelirim diye düşünüyordum.

Katılıp dinlemişken çalıştay hakkında biraz bilgi vereyim. EuroPKI, alanında (Açık Anahtar Altyapısı) Avrupa'daki belli başlı akademik etkinliklerden biri. Daha önce de katıldığımda benzeri çalışmaları biz niye yapmıyoruz ki diye düşünmüştüm. Bu kez dinlediğimde de özellikle bazı sunumlarda, bizim (eski) grupta yapılan veya yapılabilen bir çalışmanın biraz çaba harcanıp yazılı hale getirilerek sunulabileceğini tekrar gördüm. Ama ne yazık ki bizden başka herhangi bir Türk katılımcı yoktu etkinlikte. Hatta çalıştayın altında düzenlendiği güvenlik konulu ESORICS (European Symposium on Research in Computer Security) konferansının programında hiç Türk ismi görmedim. Bu kadar çok çalışana sahip bir enstitümüz varken bu alandaki akademik çalışmalarımızın sayısının bu kadar az olması gerçekten çok üzücü. Ben çalışırken yurt içinde birkaç yayın çıkarmaya çalışmıştım, ama uluslararası olarak yazmaya çalışmam bile olmadı. Ne yazık ki biraz da teşvik eksikliğinin getirdiği motivasyon yetersizliği bu durumun devam etmesine sebep oluyor.

Çalıştayda ev sahibi İtalya, Almanya, Avusturya gibi Avrupa ülkelerinden katılımcılar yoğunluktayken Japonya ve Çin'den de birer sunum vardı. Bazı çalışmalar matematiksel kriptolojik ispatlar içermekle ve bana oldukça ağır gelmekle birlikte, daha basit protokol veya algoritmaların gerçeklendiği çalışmalar da vardı. Umuyorum ki bizim enstitüden çalışmaların da sunumunun yer aldığı bir çalıştayı önümüzdeki senelerde göreceğiz.

Çalıştayın son gününde programın akşama kalmadan bitmesiyle Pisa'nın diğer yerlerini keşfetmeye devam ettik. Şehrin ortasından geçen nehrin kıyısında dolaştık, daha sonra köprülerden birinden geçerek daha sakin olan güney tarafını gezdik.

Arno nehri
Seyahatimizin son gününde sabah erkenden Pisa istasyonundan kalkan trenle Roma'ya doğru yola koyulduk. Fiyatına oranla o kadar konforlu olmayan trenimiz bizi 3 saate yakın bir zamanda Roma istasyonuna (Roma Termini) ulaştırdı.
Pisa tren istasyonu
Roma'da sadece saatlerimiz olduğundan istasyonun hemen dışındaki bir tur otobüsüne (city sightseeing) atlayıp şehirdeki turumuza başladık. Roma, gerçekten çok enteresan bir şehir. Yaklaşık 2 saatlik otobüs turu boyunca etrafta sürekli tarihi bir yapı, her yapının önünde upuzun bir kuyruk, caddelerde ellerinde birer harita etrafı inceleyen insan seli... Artık tam mevsimi olduğundan mı nedir bilmiyorum bu kadar büyük bir alanda, bu kadar çok insan gördüğümü hatırlamıyorum. Tabi bu kadar tarihi yapıyı da.. Biz İstanbul için diyoruz ama Roma'yı tam anlamıyla gezmek için belki 1 ay bile yetmez diye düşünüyorum. Ama daha sakin bir zamanında dolaşmak tarihi dokunun verdiği havanın daha iyi hissedilmesini sağlar bence. Benim gördüğüm, o kalabalıkta daha çok yer görmeliyim derdindeki oradan oraya koşuşturan insanlardı. Bizim için dinlenceli, ve ilk kez katıldığımız şehir otobüs turuyla eğlenceli bir gezi oldu. Arada bir otobüsten inip gözümüze kestirdiğimiz bir restoranda pizza ve dondurma yedik. Bir dondurma düşkünü olarak Roma dondurması yemeden de gelmemiş oldum:-) Öncelikle tur otobüsünün tepesinden fotoğraf çekmek istemedim ama başka şansım olmadığını görünce turun ikinci yarısından itibaren birkaç fotoğraf çekmeye çalıştım. Roma'daki çekilesi yerlerin çok küçük bir kısmı ama yine de buraya eklemek istedim.

Vatikan

Trevi çeşmesi

Piazza Venezia

Akşam saatlerine doğru şehir merkezinden ayrılarak havalimanı yoluna koyulduk. Yarım saatlik bir rötarın ardından bindiğimiz Alitalia uçağımızla ülkemize geri döndük.

17 Eylül 2012 Pazartesi

Doğu Karadeniz

Bu seneki tatilimizde 1 haftalık bir Doğu Karadeniz turu planladık. İstanbul'dan Trabzon'a uçakla ulaşıp havalimanından kiralık araçla turumuzu başlatıp yine Trabzon Havaalanı'ndan döndük. Daha önce görülmesi gereken yerleri gördüğümüz için genel olarak yaylalar ağırlıklı dinlenceli bir tatil tercihimiz oldu. O yüzden bu yazımda gittiğimiz yerleri yazmanın yanı sıra, 2005 yılında tur şirketiyle yaptığım Karadeniz turunda gördüğüm yerler hakkında da bilgi vermeye çalışacağım.

Tatilimizin 2. gününde yaşadığımız bir sağlık problemi sebebiyle tur takvimimizde ufak-tefek değişiklikler yapmamız gerekti. Ben planladığımız ve uyguladığımız kısımların ikisinden de bahsedeceğim. 

Cumartesi sabahı erkenden Atatürk Havalimanı'ndan bindiğimiz uçakla sabah saatlerinde Trabzon Havalimanı'na indiğimizde kapalı ve hafif yağmurlu bir hava karşıladı bizi. Önceki Karadeniz turunda hiç yağmur görmemişken bu kez ilk günden karşılaştığımız hava, bizi bir hafta için biraz endişelendirdi. Eylül'ün ilk haftasında yaptığımız tatilin biraz geç kalmış olabileceğini düşündük. Havalimanında teslim aldığımız kiralık aracımızla ilk durağımız olan Giresun Kümbet Yaylası'ndaki otelimize doğru yola koyulduk. Giresun merkeze gelmeden, çalışmaların olduğu, bir yere kadar Sivas yoluyla ulaşılan, çok da kolay olmayan bir yolu aşmaya başladık. Belli bir yüksekliği geçtikten sonra bastıran sis ve bitmek bilmeyen virajlı yol biraz endişelenmemize sebep oldu ama sonunda köylülere sora sora mekana ulaşabildik. Otelimizin de bulunduğu yaylaya ulaştığımızda heryeri kaplayan sis sebebiyle göz gözü görmüyordu. Kaldığımız iki gün boyunca 5-10 dakika süren birkaç sis açılması yakalayabildik sadece. O zaman aralıklarında gördüklerimiz bile yaylanın güzelliği hakkında fikir sahibi olmamıza yetti. Otelin personeli, yaylanın havasının farklılık gösterdiğini ama Temmuz ayında genel olarak güzel olduğunu söyledi.

Oda manzaramız
Yaylanın güzelliğini fotoğraflama imkanı pek bulamadım ama sisin verdiği farklı güzellikleri yakalama fırsatım oldu. Çok güzel bir fotoğrafını çekmeyi başaramasam da ilk damlalı örümcek ağı fotoğraflarımından birini paylaşmak istedim. Geniş açı manzara fotoğrafları çekemesem de, sisler altında makro objektifimle farklı çalışmalar yapmak zevkli oldu.

Sisler altında örümcek ağları
 

Daha erken bir ayda tekrar gelmeyi planlayarak 2 gün sonra otelimizden ayrıldık. Planladığımız sonraki durağımız Trabzon merkeze yakın Kayabaşı yaylasıydı. Ama ben direksiyona geçmek durumunda kalınca, yol durumunu çok bilemediğimizden orayı eleyip geceyi şehir merkezine yakın Akçaabat öğretmenevinde geçirdik. 

Ertesi gün önceki turda görüp bir sonraki sefere gelip daha fazla kalmak istediğim Ayder Yaylası'na doğru yola koyulduk. Çamlıhemşin ilçesini geçtikten sonra virajlı ama yeni yapılmış düzgün bir asfaltla ulaşılabilen Ayder Yaylası, sanırım Karadeniz'in en meşhur yaylalarından. Bence meşhur olmayı hak edecek kadar da güzel. Fırtına deresi kenarında yer alan yemyeşil manzaralı otelimizde, geceleri derenin sesiyle uyumak ayrı bir keyifti. 




Ayder'in de içinde bulunduğu Kaçkar Dağları Milli Parkı içinde Ayder'den çok daha yükseklerde, oldukça zor yollara sahip yaylalar var. Bir önceki gelişimizde turumuz bizi Avusor Yaylası'na çıkarmıştı. Bu kez Ayder'den kalkan minibüsle Kavrun Yaylası'na çıktık. Yol gerçekten otomobiller için çok zor, kayalarla dolu, oldukça dardı. Dönüş yolunda karşılaştığımız bir kamyon sebebiyle önümüzdeki araç iki kez gel-git yapmak zorunda kaldı. Çıkış yolu zorlu olmasına rağmen ağaçlar, türlü türlü çiçeklerle dolu manzara görülmeye değerdi. Yaylaya çıktığımızda bizi köy evlerinin bulunduğu sisli ortam karşıladı. Bazı evler pansiyon haline getirilerek konaklanabilecek ortam oluşturulmuş. Ama bence yoldaki güzellikleri saymazsak o yorucu yolculuğa değmezdi.
Kavrun yaylası
Ayder'de geçirdiğimiz 2 günden sonra Batum'a geçmek üzere Hopa'ya doğru yola koyulduk. Batum'a nüfus cüzdanı ile girilebiliyor, ancak otomobille giriş yapabilmek için otomobilin araçtakilerden birine ait olması şart. Biz bu bilgiyi son gün öğrenince kendi otomobilleriyle Karadeniz turunda olan arkadaşlarla Batum'a gitmeye karar verdik. Onlarla Hopa'da buluşup Sarp Sınır Kapısı'na doğru yola çıktık. Kiralık aracımızı otoparkına bıraktığımız otel görevlileri, geç kaldığımızı (saat sabah 10:00 civarı), saatlerce bekleyebileceğimizi söyleseler de denemek istedik. İyi ki de denemişiz, sınır kapısında yarım saat bile beklemeden ufak kimlik kontrolü işleminden sonra Gürcistan topraklarına geçerek Batum'a doğru ilerlemeye başladık. Henüz şehir merkezine gelmeden yol kenarındaki Gonio-Asparos kalesini ziyaret ettik öncelikle. 

Gonio-Asparos kalesi
Şehir merkezine geldiğimizde bir trafik kargaşası bekliyordu bizi. İstanbul trafiğinden sonra ne olabilir ki diye düşünebilir insan ama, burada trafik kurallarına uyma neredeyse söz konusu değildi. Sahile kadarki yol da köhne, bakımsız binalarla çevriliydi. Güzelliği hakkında çok şey duyduğum, çok da merak ettiğim Batum benim için büyük bir hayal kırıklığı oldu diyebilirim. İzmir'i andıran sahili, meydanları belki güzel ama Türkiye'den kalkıp gitmeye değer olduğunu düşünmüyorum. Sadece şehir merkezi gezintisinden sonra ziyaret ettiğimiz en büyük botanik parklarından olan Batum Botanik Parkı, bizim gibi yeşile, doğaya meraklılar için ilginç olabilir. Yürüyerek gezmesi en az yarım günü alabilecek bir büyüklüğe sahip olan parkı, ek ücret karşılığı dolaştıran araçlarla gezmeyi tercih ettik.


Batum Botanik parkından deniz manzarası
Akşama doğru otomobilimizin deposunu Batum'da fiyatı oldukça uygun olan yakıtla doldurduktan sonra dönüş yoluna geçtik. Geceyi Hopa'da geçirdikten sonra son günümüz için Trabzon'a doğru hareket ettik. Trabzon yolunda Rize'ye uğrayarak tepedeki Çaykur'un çay bahçesinde mola verdik. Ufak bir botanik parkı oluşturulan bahçede yetiştirilen çayları görmeniz de mümkün. 

Rize Çaykur çay bahçesi
Son gecemizde kalmayı planladığımız yer de Zigana Tatil Köyü'ydü ama yine yolundan emin olamadığımız bir yer olduğu için buradan vazgeçip Akçaabat öğretmenevini ayarladık. Ertesi gün kısa bir Trabzon turundan sonra havalimanına doğru yola koyulduk. Daha önce gördüğümüz için Sümela Manastırı, Atatürk Köşkü bu kez gitmediğimiz ama görülebilecek yerlerden. Sadece Ayasofya Müzesi'ne uğrayıp yanındaki çay bahçesinde zaman geçirdik. Ayrıca meşhur Uzungöl de oralara gitmişken gezilebilecek bir mekan. Ama ben geçen geldiğimde yapılaşma ve kalabalık sebebiyle çok da iyi zaman geçirmemiştim. Bu kez çıkan arkadaşlar yapılaşmanın çok daha fazlalaştığını söylediler, ama yine de popülerliğini koruyan yerlerden biri olduğunu söyleyebilirim.

Planlarımızı tam gerçekleştiremesek de özellikle Kümbet ve Ayder yaylalarında geçirdiğimiz zamanlar çok güzeldi. Ama yağmurlu Karadeniz için Temmuz ayı gibi daha erken bir zaman daha iyi bir tercih olabilir.

17 Ağustos 2012 Cuma

Süleymaniye'de İftar Vakti



Süleymaniye'de Bayram Sabahı
Artarak gönlümün aydınlığı her saniyede,
Bir mehabetli sabah oldu Süleymaniye'de.
Kendi gök kubbemiz altında bu bayram saati,
Dokuz asrında bütün halkı, bütün memleketi
Yer yer aksettiriyor mavileşen manzaradan,
Kalkıyor tozlu zaman perdesi her an aradan.
...
(Kendi Gök Kubbemiz/Yahya Kemal, Yapı Kredi Yayınları)

Henüz bir bayram sabahı bulunmak kısmet olmadı ama bu sene iftarlarımızdan birini Süleymaniye'de yapma fırsatı bulduk. Üsküdar'dan vapurla geçerken karşıdan fotoğrafladığım Süleymaniye Camii, avlusundan da güzel kareler yakalamama imkan verdi. 



Özellikle akşam yaklaşırken güneş ışığının mimari üzerinde oluşturduğu renkler hem fotoğraf için çok güzel bir ortam yaratıyordu, hem de seyir açısından insanda farklı etkiler bırakıyordu.


 
 

İftarımızı cami manzaralı kurufasulyecilerden birinde yaparak geceyi Sultanahmet'te tamamladık. Tripodumu taşıyamadığım için gece fotoğrafları çekemedim ama ikindi ışığındaki güzel kareler beni mutlu etmeye yetti.

8 Ağustos 2012 Çarşamba

Anime

Japonya ve Japon kültürüne olan ilgimin diğer bir uzantısı olan anime hakkında birşeyler yazmak istiyorum bu yazımda.

Animelerle tanışıklığım henüz çocukluğumda izlediğim çizgi filmlerle oldu sanırım. Ay Savaşçısı ve Yaramaz Beşizler özellikle hatırladıklarım. Ay Savaşçısı biraz daha popüler olduğundan yıllar sonra onun bölümlerine rahatlıkla ulaşabilmeme rağmen Yaramaz Beşizler'le ilgili pek fazla birşey bulamadım. 

Dizilerden sonra sinema filmi olarak çekilen animeleri ilk ne zaman izlediğimi hatırlamıyorum. Ama izlediğim film listesine baktığımda en eski film olarak 1986 yapımı Castle in the Sky görünüyor. 

Castle in the Sky
Farklı farklı anime türleri olmakla birlikte benim izlediklerim, başrolünde muhtelemen cıvıl cıvıl konuşan küçük bir kız olan, duygusal, içinde Japon kültüründen özellikler barındıran, çoğunlukla sıradışı öğeler içeren filmler. En çok bilineni imdb'de animasyon kategorisindeki ilk sırada yer alan Spirited Away. Bu film saydığım tüm özellikleri içermesiyle tipik bir anime.



Anime denince aklıma ilk gelen Japon animasyon film şirketi Studio Ghibli ve bu şirketin kurucularından yapımcı, yönetmen Hayao Miyazaki. Bu şirketin yaptığı tüm animeleri izlediğimi söyleyebilirim. En sevdiklerim 2. Dünya Savaşı'nın hemen sonrasında yetim kalan iki kardeşin hayatını anlatan Grave of the Fireflies ve iki kız kardeşin hayali bir yaratıkla olan ilişkisini anlatan My Neighbor Totoro


En son izlediğim filmler de yine Ghibli'den 2010 yapımı Arrietty ve 2011 yapımı From Up on Poppy Hill. İlki; yukarıda yaşayan insanlardan birşeyler çalarak hayatlarını bir evin zemininde sürdüren küçük boyutlu insanları anlatırken, ikincisinde denizci babalara sahip iki çocuğun ilişkileri konu edilmekte.



2012 ve 2013 için yeni projeler gözükse de henüz gösterime giren yeni bir film yok Ghibli'ye ait. Olursa daha ayrıntılı yorumlarla buradan paylaşmaya çalışacağım.

Animeler, Türkiye'de Japonya'daki gösterim tarihinden yıllar sonra gösteriliyor çoğunlukla. Ama bazı etkinlikler sayesinde izleme şansı bulmamız mümkün. İstanbul ve Ankara'da yapıldığını bildiğim Japon Filmleri Fesitvali kapsamında birkaç anime de programda yer alıyor. Bu senekini kaçırdığım İstanbul'daki Ocak ayında gerçekleşti, ve programda 3 anime gözüküyordu. Orijinal dilinde Türkçe altyazılı filmler ücretsiz olarak izlenebiliyor.

26 Nisan 2012 Perşembe

Datça

Geçtiğimiz hafta sonunda uzun zamandır gitmek isteyip de gidemediğimiz Datça'daydık. 3 günlük tatilde hem ailemle vakit geçirme, hem dinlenme, hem de Amerika'daki arkadaşlar aracılığıyla hediye aldığım yeni makro objektifimi deneme fırsatı buldum. Datça, doğal güzelliklerle dolu şirin bir Ege ilçesi. Henüz deniz mevsimi de açılmadığından oldukça sakin, bana Foça'yı hatırlatan bir havası vardı.



İlçe merkezinde ufak bir tur attıktan sonra, yarımadanın batı ucundaki Knidos antik kentine doğru uzun ve virajlı yola koyulduk. Bu antik şehre kara yoluyla ulaşım gerçekten çok kolay değil, zaten çoğunlukla tekneler ile yapılan mavi yolculukların durak noktalarından biri oluyormuş.



Tabi ulaşımın bu kadar zor olduğu bir noktada doğal güzellikler korunmuş durumda. Pırıl pırıl bir deniz, farklı farklı bitki ve hayvan türleri fotoğraf için oldukça malzeme sağlıyordu. Hafif esen rüzgar sebebiyle çok güzel bir fotoğrafını yakalayamadım ama tüm seyahatimiz boyunca yol kenarlarında karşılaştığımız gelinciklerden burada da bol miktarda vardı. Fotoğraflayamadıklarımdan biri de şimdiye kadar hayatımda gördüğüm en büyük kertenkele oldu.


 


Doğada makro objektifle çekim yapma deneyimim ilk olsa da bol bol börtü-böcek çekme imkanım oldu. Bu kadar makro fotoğraf paylaşmışken yeni objektifim hakkında da kısa bir bilgi vermek isterim. Lensim, daha önce geniş açısını da test ettiğim Tokina markasının Makro 100 F2.8D modeli. Nikon versiyonu kadar pahalı olmamakla birlikte makro kabiliyetinin iyi olduğuna dair yorumlar var. İlk çekimde benim de acemiliklerim sebebiyle müthiş (!) fotoğraflar çekemedim ama fotoğraflara yakından bakarsanız detayların farkına varmanız zor değil. Havaların güzelleşmesiyle yeni çekim fırsatları bulmayı ve sonraki tecrübelerimi paylaşmayı umuyorum.

20 Mart 2012 Salı

DATE 2012

12-16 Mart 2012 tarihleri arasında düzenlenen DATE 2012 (Design, Automation and Test in Europe) konferansına kabul edilen "Performance-Reliability Tradeoff Analysis for Multithreaded Applications" başlıklı bildirimizi sunmak için yaptığımız Almanya seyahatimizden bahsedeceğim.

Almanya'daki ilk durağımız, uzun zamandır ziyaret etmek isteyip de fırsat bulamadığımız kuzenimi ziyaret etmek için Frankfurt oldu. Sabah Frankfurt Havaalanı'na inen uçağımızdan bizi alan kuzenimle yeni açılan dükkanlarına uğradıktan sonra Frankfurt'a 45 km uzaklıktaki Aschaffenburg'daki evlerine gittik. Aschaffenburg, Main nehri kıyısında kurulmuş nispeten küçük bir şehir.

Main nehri ve Aschaffenburg Sarayı
2 günlük misafirliğimizin ardından trenle yaklaşık 5 saatlik bir yolculukla konferansın gerçekleşeceği Dresden şehrine geçtik. İlk gün henüz konferans sunumlarının başlamamış olmasını fırsat bilerek otele yerleştikten ve konferans kaydımı tamamladıktan sonra şehirde ufak bir tur attık. Dresden'de bol miktarda tarihi bina, sanat eseri bulunmakta. Ortasından geçen Elbe nehrini de düşününce fotoğraf çekmek için bol miktarda fırsat tanıyan bir şehir. Orada bulunduğumuz 3 gün boyunca güneş yüzünü göstermediği için çok güzel kareler yakalama imkanım olmadı ama sunumlardan fırsat buldukça fotoğraf çekmeye çalıştım.

Panoramik Dresden

Dresden'deki tarihi yapıların çok büyük bir kısmı 2.Dünya Savaşı sırasında tahrip edilmiş ve yeniden yapılmış. Bazı yerlerde hala çalışmalar vardı. Bunlardan biri de bir avlu içinde yer alan Zwinger Sarayı'ydı.






Zwinger Sarayı
Dresden, şu anda Saksonya eyaletinin başkenti. Önceleri Saksonya Krallığı olarak geçen bu yönetimin tüm yöneticileri bir duvara (Fuerstenzug) resmedilmiş.
Fuerstenzug
Tiyatro Meydanı'nda (Theaterplatz) yer alan opera binası Semperoper ve arka tarafındaki kilise Frauenkirche Dresden'in sembol haline gelmiş yapılarından.  
Semperoper
Frauenkirche
İlgimizi çeken diğer bir bina da otelimizin yakınlarındaki camiye benzer, minareli, sigara fabrikası olarak inşa edilen Yenidze isimli yapıydı. Sonradan öğrendiğime göre fabrikada Osmanlı'dan getirilen tütünler kullanıldığı için bu tarz bir mimari tercih edilmiş. Şu anda da ofis binası olarak kullanılıyormuş.
Yenidze
Dresden hakkındaki bu bilgilerden sonra biraz konferanstan bahsetmek istiyorum. Bu sene Dresden Uluslararası Kongre Merkezi'nde yapılan DATE, özellikle Embedded Systems alanında oldukça önemli bir konferans. Amerika versiyonu olan DAC ile birlikte sadece akademik olarak değil, endüstriye hitap etmeleriyle de birçok insanın ilgisini çekip katılımını sağlıyor. Bu sene de 900'den fazla bildiri gönderimi olmuş. Açılış konuşmasındaki istatistikler, etkinliğin büyüklüğü konusunda fikir sahibi olmamızı sağladı. Bildiri sunumlarının yanı sıra bu konuda çalışan endüstri katılımcılarının çalışmalarının ve üniversitelerdeki uygulamaların sergilendiği bir sergi alanı da etkinliğin bir parçasıydı. Bu kısımlar benim çalışma alanımla pek örtüşmediğinden benim için çok ilginç değildi ama herkese açık olan bu alanı ziyaret eden birçok insan vardı.

200'ü aşkın akademik bildiri, 3 gün boyunca 8 paralel oturumda sunuldu. Girdiğim hemen hemen her oturum oldukça kalabalıktı, bazı oturumlarda ayakta dinleyenler bile oldu. Konferans kayıt ücreti hiç düşük olmamasına ve bildiri sunumlarına giriş kontrollü yapılmasına rağmen oturumlardaki dinleyici sayısı, kayıtlı insan sayısının ne kadar fazla olduğu konusunda fikir veriyordu. Her oturumda uzun ve kısa sunumlardan sonra birer dakikalık interactive presentation şeklinde birkaç sunum yer aldı. Bu çalışmalar için sonrasında yarım saatlik poster oturumları yapıldı. Benim sunumum 2.gün "Innovative Reliable Systems and Applications" başlıklı oturumda yer alıyordu. Çok kalabalık olmasa da geçen seneki sunuma göre dinleyici sayısı oldukça fazlaydı. Sunum öncesinde yine oldukça heyecanlıydım ama sunum sırasında biraz daha sakin hissetmenin, yavaş yavaş bu heyecanı yenebileceğim konusunda olan inancımı arttırdığını söyleyebilirim.

Konferansta çok farklı ülkelerden katılımcılarla karşılaşma imkanım oldu. Genel olarak bayan katılımcı ve konuşmacı sayısı oldukça azdı. Yaklaşık 12 oturumda 60'a yakın sunum dinleme imkanım oldu, bunların sanırım 2'si bayanlar tarafından yapıldı. Türkiye'deki üniversitelerden çıkan diğer bir çalışma da (bizim haricimizdeki tek çalışma) doktora tezi komite üyelerimden biri olan Alper Şen ve öğrencisine ait bir çalışmaydı. Onun haricinde yurt dışında akademik çalışmalarına devam eden birkaç Türk hocanın ve öğrencinin çalışmaları ve sunumlarını görmek de mutluluk vericiydi. Genel olarak İtalya, İspanya ve Almanya'dan katılımcıların konuşmalarını dinleme imkanım oldu. Benim çalışma konularıma yakın olarak güvenilirlik (reliability) alanlarında biraz daha donanımsal çalışmalar olsa da genel fikir ve bilgi sahibi olmam açısından faydalı olan çalışmalar dinleyebildiğimi söyleyebilirim. Ayrıca çok çekirdekli mimariler üzerindeki çalışmalar da ilgimi çekti ve benim için daha anlaşılır oldu. 

Genel olarak bu büyüklükte katıldığım ilk konferanstan en fazla miktarda faydalanmaya çalıştım. Hem sunum alışkanlığı olarak, hem de insanların neleri nasıl yaptıklarına tanık olma açısından benim için faydası olduğunu düşünüyorum. Konferans öncesinde ve sonrasındaki küçük gezilerle de daha önce bulunmadığım bu Avrupa ülkesini yakından tanıma fırsatım oldu.

Konferans sunumlarının son gününde Dresden'den ayrılarak trenle Berlin'e geçtik. Dresden havaalanından İstanbul'a direkt uçuş olmadığından ve lokal uçuşlar oldukça pahalı olduğundan en yakın olan Berlin havaalanından dönmeyi tercih ettik. Buraya kadar gelmişken de başkent Berlin'de 2 gün geçirip gezmeye vakit ayırdık.

Berlin'e yaklaşık 2 saatlik tren yolculuğunun ardından öğleden sonra ulaştık. Otele eşyalarımızı bırakıp ufak bir Berlin turu yaptık. İlk olarak Berlin'in simgesi olan Brandenburg Kapısı'na yürüdük. Biz gittiğimizde hafta içi akşam vakti olduğundan çok kalabalık değildi ama Cumartesi otobüsle geçtiğimizde oldukça kalabalık olduğunu gördük.
Brandenburg Kapısı
Ertesi gün erkenden Berlin Hayvanat Bahçesi'ne doğru yola koyulduk. Kısa bir metro yolculuğu ile hayvanat bahçesine ulaştık. Avrupa'nın en büyük ve en çok ziyaret edilen hayvanat bahçesi olarak geçen Berlin Zoo, Seattle'daki hayvanat bahçesinden sonra arazi olarak o kadar da büyük gelmedi bize. Hayvan çeşitliliği ve sayısı olarak daha fazla ama alan olarak şehrin içinde, inşaatların arasında kalmış bir mekan. Yine de farklı farklı hayvanları görmek güzeldi.


Berlin'deki son günümüzde Alexander Meydanı'ndaki televizyon kulesinden başlayarak tüm müzelerin toplandığı Museum Island turundan sonra otobüsle Berlin'in en büyük parkı olan Tiergarten etrafında dolaştık.
Marienkirche ve TV kulesi
Çoğu eserin Türkiye'den kaçırılarak oluşturulduğu söylenen Bergama Müzesi'ni de gezmeyi planlamıştık ama enerjimiz yetmediği için dışarıdan fotoğraflamakla yetindik.
Bergama Müzesi

Berlin Katedrali
Frankfurt'ta kuzen ziyareti, Dresden'de konferans katılımı, Berlin'de gezi ile bir haftalık Almanya seyahatimizi tamamladık. Almanya'nın ikinci bir Türkiye olduğu sözlerini biz de özellikle Berlin'de gözlemledik. Sokaklarda, metroda sık sık Türkler'le karşılaşıp çarşılarda döner dükkanları gördük. Hatta Berlin sokaklarında yürürken yoğunluklu olarak Türkler'in yaşadığı bir mahalleye bile yolumuz düştü. Konferansta da görece fazla sayıda Türk'ün bulunması beni daha iyi hissettirdi. Umarım böyle büyük konferans ve organizasyonlar Türkiye'deki üniversitelerdeki akademisyenlerin gayretleriyle ülkemizde de başarıyla gerçekleşir ve dünyanın farklı yerlerindn bilim insanlarını misafir etme imkanı buluruz.